Hz. Muhammedin Hayatı

Savaş Ve Barış Hz. Muhammedin Hayatı

 

58.    Savaş
Ve Barış

 

M.S. 626 yılının ilk
aylarında Fatıma bir erkek ço­cuğu daha dünyaya getirdi. Peygamber (s.a.v.}
el-Hasan ismini çok seviyordu. Bu nedenle Faüma’nın ikinci çocu­ğuna «küçük
Hasan» yani «küçük güzel adam» anlamına gelen Hüseyin adını verdi. O sıralarda
«fakirlerin annesi» diye tanınan yeni zevcesi Zeyneb hastalandı ve vefat et­ti.
Vefat ettiğinde, Peygamber (s.a.v.)’le henüz sekiz ay­lık evli idi. Peygamber
(s.a.v.) onun cenaze namazını kıl­dırdı ve onu Baki mezarlığında kızı
Rukiye’nin mezarının yakınına gömdü. Bunu takip eden ay Peygamber (s.a.v.) -in
kuzeni Ebu Seleme (r.) Uhud’da aldığı -önce çabuk iyi­leşen, fakat sonradan
tekrar açılan- yara nedeniyle oldu. Peygamber fs.a.vJ, öldüğü sırada onun
yanındaydı ve o son nefesini verirken dua ediyordu. Öldükten sonra gol­lerini
de Peygamber (s.a.v.) kapattı.

Ebu Seleme (r.) ve
Ümmü Seleme (r.) birbirine çok bağlı bir çiftti. Ümmü Seleme kocasına,
ikisinden biri öl­düğünde evlenmemek üzere anlaşma yapmalarını teklif etti.
Fakat Ebu Seleme, eğer kendisi önce ölürse, karısının mutlaka evlenmesi gerektiğini
söyledi ve şöyle dua etti  «Allah’ım, Ümmü
Seleme’ye benden sonra, benden daha iyi ve ona acı ve elem çektirmeyecek bir
koca ver». Ebu Seleme’nin Ölümünden dört ay sonra Peygamber fs.a.v.) Ümmü
Seleme’ye evlenme teklif etti. Ümmü Seleme ken­disinin Peygamber (s.a.v.)’e
uygun bir eş olmadığını öne sürdü. «Ben yaşlı bir kadınım» dedi «ve yetimlerin
annesiyîm. Bunların yanısıra bir de benim kıskançlık huyum var. Ey Allah’ın
Rasulü, senin birden fazla eşin var.» dedi. Peygamber ts.a.v.) şöyle cevap
verdi: «Yaş konusunu ele alırsak ben senden yaşlıyım. Kıskançlığa gelince,
Allah’a bu huyu senden alması için dua ederim. Çocuklarına ise Allah ve Rasulü
göz kulak olacaktır». Böylece evlendiler ve Ümmü Seleme, sağlığında Zeyneb’in
olan odaya yer­leşti.

Ümmü Seleme (r.), yaşı
ile ilgili söylediklerine rağ­men henüz yirmidokuz yaşında genç bir kadındı.
Ebu Se­leme ile Habeşistan’a hicret ettiğinde sadece onsekiz ya­şındaydı.
Kıskançlığına gelince, Ümmü Seleme bu evlilikle imtihan edileceğinden haklı
olarak korkuyordu. Bu korku­yu taşıyan sadece o değildi. Aişe, Hafsa ve
Zeyneb’i zorluk çekmeden kabul etmişti. Fakat belki de kendi yaşı ilerle­diği
için -ondört yaşındaydı- bu kez durum farklıydı. Aişe, Ümmü Seleme’yi sık sık
görürdü, Fatıma’nın düğün ha­zırlıklarını birlikte yapmışlardı. Fakat Aişe
hiçbir zaman ona muhtemel bir rakip gözüyle bakmamıştı. Fakat şim­di, Medine’de
herkes Peygamberin yeni evliliğinden ve ge­linin güzelliğinden konuşuyordu.
Aişe bunları duyduğun­da sıkılmıştı. «Onun güzelliği ile ilgili şeyler bana
anlatı­lınca çok üzülmüştüm» dedi. «Onu yakından görebilmek için gittim ve onun
anlatmlandan kat kat daha güzel oldu­ğunu gördüm. Bunu Hafsa’ya da anlattım.
Hafsa: «Hayır, sen kıskandığın için böyle söylüyorsun o anlattıkları gibi
değil» dedi. Daha sonra kendi gözüyle karar vermek için Ümmü Seleme’nin yanma
gitti. Döndüğünde bana: «Onu kendi gözlerimle gördüm. Senin söylediğin kadar
güzel de­ğil, ama yine de güzel sayılır» dedi. Bunun üzerine tek­rar onu
görmeye gittim. Gerçekten de Hafsa’nın dediği gi­biydi. Fakat ben yine de
kıskanıyordum»[1].

Ebu Süfyan’ın Uhud’dan
sonra teklif ettiği ve Pey­gamber (s.a.v.)’in de kabul ettiği Bedir’de
yapılacak olan ikinci çarpışmanın zamanı yaklaşıyordu. Fakat o yıl kurak bir
yıldı ve Ebu Süfyan, yolculukta atların ve develerin yi­yebileceği yeşillikler
olmadığının farkındaydı. Savaş bo­yunca gerekli olan yemi Mekke’den taşımaları
gerekiyor­du. Fakat Mekke’deki stokları da bitmek üzereydi. Ebu Süf­yan kendi
teklifinden geri dönme şerefsizliğini göstermek istemiyordu. Muhammed
Cs.a.v.)’in bu anlaşmayı bozma­sını bekliyordu. Fakat Yesrib’den savaşa
hazırlanıldığı ha­berleri geliyordu. Kararını değiştirmesi için ona bazı şey­ler
öne sürülebilir miydi? Ebu Süfyan, Süheyl ve diğer bir­kaç Kureyş liderine
danıştı. Birlikte bir plân yaptılar. Ga-tafan kabilesinin 3eni Aşça’ kolunun
liderlerinden olan Nuaym, Süheyl’in arkadaşıydı ve o sırada Mekke’de idi. Ona
güvenebileceklerini düşündüler. O, Kureyş’ten olma­dığı için tarafsız ve
objektif bir gözlemci ve tavsiyeci gibi görülebilirdi. Eğer müslümanları
Bedir’deki karşılaşmadan vazgeçirmeyi başarırsa ona yirmi deve vereceklerini
va-dettiler. Nuaym bu teklifi kabul etti ve vahaya doğru yola çıktı. Orada Ebu
Süfyan’m Bedir’deki karşılaşma için çok büyük bir ordu kurduğu haberini yaydı.
Her toplulukla ayrı ayn konuştu. Ensara, Muhacirlere, yahudilere ve mü­nafıklara
tehlikenin geldiğini söyledi ve alarm haberini şöyle bir tavsiyeyle bağladı:
«Burada kaim, onlara karşı çıkmayın. Hiçbirinizin sağ olarak geri
dönebileceğinizi zannetmem». Yahudiler ve münafıklar Mekke’lilerin ordu
hazırlamasına sevindiler ve bu haberlerin Medine’de da­ha da yayılmasını
sağladılar. Nuaym, müslümanlar üzerin­de de etkili olmuştu. Çoğu Bedir’e
gitmenin akıl kârı ol­madığını düşünüyordu. Müslümanların bu tutumunu Pey­gamber
Cs.a.v.) de haber aldı ve kendisiyle birlikte kim­senin gelmeyeceğinden endişe
etmeye başladı. Fakat Ebu Bekir ve Ömer, her ne olursa olsun Kureyş’e verdiği
söz­den dönmemesi için onu uyardılar. «Allah dinini destekler» dediler, «Ve
Allah Rasulüne güç verir». Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) : «Tek başıma bile
olsam gideceğim” dedi.

Bu bir iki kelime
Nuaym’ın develerinden olmasına ve tam başaracağım sandığı anda tüm çabalarının
boşa gitmeşine neden oldu. Fakat kendisine rağmen görevinin, yan­lış olduğunu
farketmişti: Medine’de kendi deneyimlerinin ve etkisinin ötesinde birşeylerin
yürürlükte olduğunu an­lamış ve İslam’ın ilk tohumları kalbine yerleşmişti. Pey­gamber
(s.a.v.) önceden kararlaştırdığı şekilde çok sayı­da deve ve sürücüsü ile on da
atlı adamı yanına alarak yola çıktı. Çoğu Bedir Panayırı’nda satmak üzere yanla­rına
ticari eşya almışlardı.

O sırada Ebu Süfyan
Kureyşlilere şöyle diyordu: «Bir-iki günü yolda geçirelim, sonra geri dönelim.
Eğer Muhammed (s.a.v.) ortaya çıkmazsa, bizim yola çıktığımızı ve tek­rar geri
döndüğümüzü duyacaktır. O sözünde durmamış ve sözünden dönme suçu ona ait
olacaktır». Fakat Ebu Süf-yan’ın ümitlerinin tersine Peygamber (s.a.v.) ve
arkadaş­ları gelmişler ve Bedir panayırında sekiz gün kalmışlardı. Panayıra
katılan Araplar ise Kureyş’in sözünden döndüğü ve Peygamber (s.a.v.)’in sözünde
durduğu haberini tüm Arabistan’a yaymışlardı. Müslümanların moral zaferinin
arttığı ve kendilerinin Arapların gözünden düştüğü habe­ri Mekke’ye ulaştığında
Safvan ve diğerleri, Bedir’de ikin­ci bjr karşılaşma için söz verdiği için Ebu
Süfyan’ı azar­ladılar. Fakat bu başarısızlık onların bu yeni dini ve ta­raftarlarını
ortadan kaldırmak için plânladıkları büyük savaş hazırlıklarını engellemedi.

Bedir’den döndükten
sonra Medine’de bir ay boyunca barış dolu bir ortam yaşandı. Fakat bir ay kadar
bir süre sonra bazı Gatafan kabilelerinin Yesrib’e saldırı hazırlık­larına
giriştiği haberi ulaştı. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) hemen dörtyüz kişilik
bir ordu kurup Necd üze­rine yürüdü. Ama onlar oraya ulaştıklarında düşman çok­tan
kaçmıştı. Bu sefer sırasında Peygamber (s.a.v.)’e «Kor­ku namazı»nı nasıl
kılacağını anlatan bir vahiy geldi. Bu âyetlerde savaş sırasında ordunun nasıl
namaz kılacağı, düşmandan korku anında neler yapılacağı, nasıl bir grup namaz
kılarken, diğer bir grubun gözcülük edeceği anla­tılıyordu. (Nisa: 101-102).

Bu grupla birlikte
yolculuk edenlerden biri de Abdul­lah’ın oğlu Cabir idi. Daha sonraki yıllarda,
konak yerlerinden birinde meydana gelen bir olayı şöyle anlattı: «Biz Peygamber
(s.a.v.)’in yanındayken ashabdan biri elinde yakaladığı bir kuşla geldi. O
sırada yavru kuşun annesi kendisini o adamın ellerine attı. İnsanların yüzü
şaşkın­lıkla dolmuştu. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) şöyle dedi: «Bu kuşa mı
hayret ediyorsunuz? Onun yavrusunu aldınız, o da merhametinden kendisini sizin
ellerinize yav­rusunun yanına attı. Allah’a yemin ederim ki Rabbiniz si­ze
karşı bu kuşun yavrusuna gösterdiği merhametten da­ha fazla merhamet eder»3.
Daha sonra adama yavru kuşu aldığı yere koymasını emretti».

Peygamber (s.a.v.),
bir keresinde de şöyle demiştir: -Allah’ın yüz rahmeti vardır. Bunlardan birini
insanlar, cinler, sığırlar ve diğer hayvanlara indirmiştir. Bu şekil­de, bu
yaratıklar birbirlerine karşı merhamet beslerler ve vahşi yaratıklar, yavrusuna
karşı merhametli olmaya yö­nelir. Geri kalan doksandokuz merhameti de. Allah
kendi­sine ayırmıştır. Bununla Hesap Günü kullarına merhamet eder»[2]

Cabir (r.) Medine’ye
dönerken Peygamber (s.a.v.)’le birlikte birkaç kişinin geriden takip ettiği ve
diğer grup­ların çok önlerde yol aldığı haberini de vermiştir. Cabir’in devesi
yaşlı ve zayıf olduğu için çoğunluğu oluşturan ilk gruba ayak uyduramamış ve
geri kalmıştı. Peygamber (s.a.v.) ona rastlayınca neden bu kadar geride
kaldığını sordu. O; «Ey Allah’ın Rasulü,» dedi, «bu deve bundan hızlı
gidemiyor». Peygamber (s.a.v.): «Deveni çöktür» dedi, kendi devesini de
çöktürdü. Cabir (r.) bundan sonrasını şöyle anlatıyor: «Şu sopayı bana ver
dedi, ben de verdim. Peygamber (s.a.v.) elindeki sopayla bir iki kez ona vurdu.
Daha sonra deveme binmemi istedi ve yolumuza devam ettik. Rasulünü Hak’la
gönderene yemin olsun ki benim de­vem onunkini geçti.»

«Yol boyunca
Rasulullah (s.a.v.)’la sohbet ettik. O ba­na: «Deveni bana satar mısın?» dedi.
Ben «Onu sana hibe ederim» dedim. O: «Hayır, onu bana sat dedi.» Cabir onun
sesinin tonundan pazarlık yapmak istediğini anladı. «Ona bir fiyat vermesini
söyledim» dedi Cabir, Bana: «Ona bir dirhem veririm» dedi. Ben «Bu çok az»
dedim. O: «Peki iki dirhem olsun» dedi. Fakat ben yine «Hayır» dedim. O da
fiyatı kırk dirheme yani bir Dirim (guncel altına ulaşın­caya kadar yükseltti.
Bu fiyata razı oldum. Bana. «Sen hiç evlendin mi, Cabir?» diye sordu. Ben de
evlendiğimi söy­ledim. O: «Daha önceden evlenmiş biriyle mi yoksa bir ba­kireyle
mi?» diye sordu. Ben: «Daha önce evlenmiş biriyle» deyince: «Neden bir kızla
evlenmedin? Sen onunla oynar­dın, o da seninle oynardı» dedi. «Ey Allah’ın
Rasulü» de­dim, «ba*bam Uhud’da öldü, geride kalan yedi kız kardeşi­mi bana
emanet etti. Bu nedenle onlara bakacak, saçlarını tarayacak ve onlara annelik
edecek bir kadınla evlendim Bana iyi bir seçim yaptığımı söyledi. Daha sonra
bana, Medine’den üç mil uzaktaki Şirar’a ulaştıklarında develeri orada kurban
edeceğinden, günü orada geçireceğimizden ve karımın bizim eve dönüş haberimizi
aldığında minder­lerin tozunu silkmeye girişeceğinden bahsetti. «Bizim hiç
minderimiz yok» dedim. O: «Olacak, eve döndüğünde ya­pılması gerekenleri yap»
dedi.»

«Döndüğümüz günden
sonraki ilk sabah devemi al­dım ve Peygamber (s.a.v.)’in kapısı önüne
çöktürdüm. Peygamber (s.a.v.) bana deveyi oraya bırakıp, mescid’de iki rekat
namaz kılmamı söyledi. Ben de onun dediğini yaptım. Daha sonra Hz. Bilâl’e bana
bir birim (ounce) altın vermesini emretti. Bilâl (r.), terazisinin tarttığından
biraz daha fazlasını verdi. Altını aldım ve gitmek üzere geri dön­düm. Fakat
Peygamber (s.a.v.) beni geri çağırdı. «Deve­ni al» dedi, «O senindir, onun için
sana ödenen para da senindir.»[3].

Bu aylardan birinde
Farisî Selman, danışmak ve yar­dım dilemek üzere Peygamber (s.a.v.)’e geldi.
Beni Ku-rayza Yahudilerinden olan sahibi onu Medine’nin güne­yindeki arazisinde
o kadar sıkı çalışmaya zorluyordu ki, Selman’ın Müslüman cemaatle yakm bir
ilişkiye girmesi mümkün olmuyordu. O, ne Uhud’da, ne Bedir’de, ne de son dört
yılda Peygamber (s.a.vj ‘in çeşitli aralıklarla yap­tığı seferlerin hiç birinde
bulunamamıştı. Bu durumun­dan kurtulmasına bir çare yok muydu? Sahibine,
özgürlü­ğüne kavuşmasının kendisine kaça mal olacağını sormuş­tu. Fakat
sahibinin Öne sürdüğü fiyat çok yüksekti, özgür -lügüne kavuşabilmesi için, ona
kırk birim tounce) altın ver­mesi ve üçyüz hurma ağacı dikmesi gerekiyordu.
Peygam­ber ts.a.v.) ona, sahibiyle, altınları ve hurma ağaçlarını vereceğini,
buna karşılık kendisinin özgür olacağım belir­ten bir anlaşma metni yazmalarını
söyledi. Daha sonra ar­kadaşlarını çağırdı ve onlardan hurma ağaçlarının
dikimin­de Selman’a yardım etmelerini istedi. Biri otuz, biri yirmi hurma
fidanı verdi. Derken fidanların sayısı üçyüze ta­mamlandı. Peygamber (s.a.v.) :
«Selman, git ve çukurları aç. Daha sonra beni çağır, ağaçları elimle ben
dikeceğim» dedi. Ashab da Selman’a araziyi hazırlamada yardım etti­ler. Üçyüz
hurmanın hepsini Peygamber (s.a.v.) kendi eliy­le dikti. Ağaçların hepsi kök
saldı ve gelişti.

Fiyatın geri kalanını
ödemek üzere, Peygamber (s.a.v.) kendisine maden ocaklarından biri tarafından
verilen kuş yumurtası büyüklüğündeki altın parçasını Selman’a verdi. Selman
bunun özgürlüğünü satın almaya yetmeyeceğini düşünerek: «Bu, benim ödemem
gerekenin ne kadarını karşılar acaba? dedi. Peygamber (s.a.v.} altını ondan al­dı
ve ağzına koyup dilinin etrafında çevirdi. Sonra Sel­man’a uzattı ve; «Bunu al,
fiyatın tümünü bununla öde» dedi. Selman, kırk birim (ounce) altına denk gelen
bu altını verdi ve özgürlüğüne kavuştu.[4]

Medine’de bir ay daha
barış yaşandı. Bir aydan son­ra Peyagamber (s.a.v.) bin kişilik bir orduyla,
Suriye sını­rındaki Dumat el-Candal vadisine doğru beşyüz millik bir sefer
yaptı. Çoğu Beni Kelb kabilesinden olan çapulcula­rın buralarda karışıklıklar
çıkardığı haberi gelmişti. Çapul­cular birçok kez Medine’ye gitmekte olan
kervanlardan un ve yağ stoklarına el koymuşlardı. Onların Kureys’le bir
anlaşmaya girmiş olma ihtimali de vardı. Eğer Kureyş bir gün İslâm’ı tamamen
ortadan kaldırmak için saldırıya geçerse, bunlar da kuzeyden onlara destek
olabilirlerdi. Peygamber (s.a.v.) ve arkadaşları sürekli böyle bir güne
hazırlanıyorlardı. Her ne kadar bu seferin sonuçları ça­pulcuları bastırıp
onların sürülerini ve mallarını ganimet olarak almak gibi görünüyorsa da, bu
yürüyüş, kuzeydeki kabilelerin Arabistan’da gelişen bu yeni gücü
farketmele-rini de sağlamıştı. Eskiden uzun yıllar süren iç savaşlar Medine’yi
dış saldırıya açık hale getiriyordu. Fakat içeri­deki b\ı uyuşmazlık yerini
büyük ve şaşırtıcı bir hızla ya­yılan bir ahenk ve uyuşmaya bırakmıştı. Bu
ahengi daha korkulacak hale getiren de Medine’lilerin en kesin savun­ma
aracının saldın olduğunu anlamaları ve buna göre davranmalarıydı.

Dışarıdan görünan
buydu. Fakat yakından topluluğu gözleyenler bu gücün göründüğünden de büyük
olduğunu görebiliyorlardı. Çünkü bu güç, bir mucize olan bir birliğe
dayanıyordu. Vahy’de şöyle deniyordu:

«Sen,
yeryüzündekiîerin tümünü harcasaydın bile, onların kalblerini uzakşttramazdın.
Ama, Allah onların aralarını uzlaştırdı.» (Etfal: 63).

Bu birliğin
gerçekleşmesini sağlayan en büyük etken de Peygamber (s.a.v.) ‘in varlığıydı.
Onun varlığının cazibe­si Allah tarafından o denli arttırılmıştı ki iyi niyetli
hiçbir kimse ona karşı koyamazdı. «Ben size, oğlunuzdan, baba­nızdan ve diğer
insanlardan daha sevgili olmadıkça iman etmiş olamazsınız*. Fakat cümle,
Peygamber (s.a.v.)’in iste­ğini belirtmekten çok, zaten var olan ve: «Anam,
babam sana feda olsun» deyimiyle ifade edilen sevginin tasdiklenmesiydi.

Barış zamanları
Peygamber (s.a.v.) için dinlenme za­manlan değildi. O, günün üçte birinin
ibadet, üçte birinin İş ve üçte birinin de aileyle ilgilenerejt geçirilmesinin
ide­al olduğunu söylemişti. Son olarak belirtilen zamanın içine yemek ve uyku
da dahildi. İbadete gelince çoğunluk­la geceleri yapılıyordu. Akşam ve sabah
namazlarının yanısıra, bu namazlardan sonra nafile namazlarda kılıyorlar­dı.
Aynı zamanda Kur’an’da uzun uzun Kur’an okunulma­sı söyleniyor, Peygamber
(s.a.v.) de Ashaba birçok dualar öğretiyordu. Uzun gece namazları vahyin ilk
indiği gün­lerden itibaren, âdet olmuştu. Fakat bu âyetlerin indiği top­luluk,
seçilmiş bir topluluktu. Medine’de de seçilmiş bir mü’minler topluluğu vardı.
Ancak son yıllarda İslâm’ın hızla yayılmasıyla bu seçilmiş topluluk azınlık
haline gel­mişti. Uzun süre namaz kılma zorunluluğunu azaltmak için bir âyette
gruba:

«Seninle birlikte
olanlar» diye değiniliyordu: «Gerçekten Rabbin, senin gecenin üçte ikisinden
biraz eksiğinde, yarısında ve üçte barinde (namaz için) kalktığını bilmektedir;
seninle birlikte anardan bir topluluğun da (böyle yaptığım bitmektedir). Geceyi
ve gündüzü Allah takdir etmektedir. Sizin bunu sayamayacağınızı bil­di böylece
de tevbenizi (O’na dönüşünüzü) kabul etti. Şu halde Kur’-an’dan kolay geleni
okuyun (Müzemmİt: 20).

Bununla birlikte Asbab
gecenin çoğunda namaz kıl­maya devam ettiler. Peygamber fs.a.v.) gecenin en
hayırlı bölümünün son üçte biri olduğunu söylemişti: *Her gece gecenin son üçte
biri gelmeden Rabbimiz -Teala- en alt se­maya tecelli eder ve şöyle der «Beni
çağıran kim, ki ona

M. I 16

cevap vereyim?»[5]. Bu
sıralarda mü’minleri tanımlayan şu âyetler de nazil oldu.

«Onların yanları (gece
namazına kalkmak için) yataklarından uzaklaşır. Rablerine korku ve ümitle dua
ederler ve kendilerine fi* zıh olarak verdiklerimizden İnjak ederler. Artık
hiçbir nefis, yap­makta olduklarına karşılık olmak üzere, kendileri için gözler
ay­dınlığı olarak nelerin (sayısız nimetlerin) saklandığım bilmez». (Sec­de:
16-17).

Günün eşit parçalarım
oluşturması gereken ibadet, çalışma ve aileyle ilgilenme vakitleri ancak
yaklaşık ola rak eşitlenebiliyordu. Aileyle ilgilenmeye gelince, Peygam­ber
(s.a.v.) ‘in kendi evi yoktu ve her akşam sırası gelen eşinin evine gider ve
orası onun yirmidört saatlik evi olurdu.Gün boyunca kızları veya halası Safiye
onu ziyaret eder veya O, onları ziyaret ederdi. Fatıma çoğunlukla iki oğlunu
ona göstermek için getirirdi. Hasan yaklaşık ola­rak birb’uçuk. yaşında,
Hüseyin ise sekiz aylıktı ve henüz yürümeye başlıyordu. Peygamber (s.a.v.)
çoğunlukla an­nesi Zeyneb’in yanından ayrılmayan torunu Ümame’yi de severdi.
Birkaç kez P*eygamber (s.a.v.) onu mescide getir­mişti. Namaz sırasında ayakta
durduğu zamanlar omuzun-da taşımış, rükû ve secde sırasında yanına oturtmuştu.
Ayağa kalktığında, tekrar omuzuna bindirmiş ve namazı bu şekilde kıldırmıştı[6].
Peygamber (s.a.v.)’in çok sevdiği çocuklardan biri de Zeyd ve Ümmü Eymen’in
oğulları Üsame idi. Peygamber (s.a.v.) onu hem kendisine değer ver­diği, hem de
anne ve babasına sevdiği için seviyordu. Üsame, evin bir torunu olarak
çoğunlukla evin İçinde veya kapısının önünde vakit geçirirdi.

Çoğu öğleden sonraları
Peygamber (s.a.v.) Mekke’de olduğu gibi Ebu Bekir’i ziyaret ederdi. Çoğu zaman
aile meseleleri ve iş konuşmaları birbirinin aynı oluyordu. Çünkû
.’pey”gamber (s.a.v.) devlet meselelerini kayınpederi Ebu Be*-, oğlu Zeyd
ve damatları Ali ve Osman’a sormayı tercih ederdi. Fakat iş sanki Peygamber
(s.a.v.)’in tüm za­manını alacak kadar fazla idi. Çünkü tüm Medine’de, bir
problemi çözmede, bir anlaşmazlığı ortadan kaldırmada hiçbir söz onunkisi kadar
etkili değildi. Hatta, ihtiyaçları olduğunda kendisine inanmayan bazıları da
ondan yardım istiyordu. Yahudilerle müslümanlar arasında da sık sık an­laşmazlıklar
meydana geliyordu. Çoğunlukla da zulme uğ­rayan davacı oluyordu, örneğin,
Ensardan biri, yahudinin birinin ettiği yemini duyduğunda onu pataklamış ti.
Müslü­man : «Sen Peygamber (s.a.v.) aramızda iken nasıl ‘Musa’yı bütün
âlemlerin üstüne seçkin kılana andolsun1 dersin?» demişti. Yahudi Peygamber’e
şikâyet etmiş, o da sinirlene­rek müslümanı azarlamıştı. Kur’an’da Musa
hakkında şöy­le deniyordu: CAllah) : «Ey Musa, dedi. Sana verdiğim ri-saletimle
ve seninle konuşmamla seni insanlar üzerinde seçkin kıldım!» (A’raf: 144).
«Gerçek şu ki, Allah, Adem’i, Nuh’u, ibrahim ailesini ve îmran ailesini alemler
üzerine seçti.* (Âl-i Îmran: 33). Adamın asıl düşüncesini anlayan Peygamber
(s.a.v.) : «Benim Musa’dan daha iyi olduğumu söyleme»[7], diye
ekledi. Başka bir yanlışlığa dikkati çeke­rek de: «Hiçbiriniz benim Yunustan
daha iyi olduğumu söylemesin»[8]
demiştir. Vahiy zaten onlara îslâm akidesini tanımlarken şöyle diyordu: «Onun
peygamberleri arasın­da hiçbirini (diğerinden) ayirdetmeyiz». (Bakara: 285).

Hem içteki ahengi
sağlamak, hem de Arabistan’daki ve daha ötelerdeki uluslarla ilişkileri düzene
sokmak gibi top­lumun genel ihtiyaçlarının yanısıra Peygamber (s.a.v.)
mü’minlerin tamamen kişisel olan sorunlarını çözmede de onlara yardım etmek
durumundaydı. Bu kişisel sorunlar bazen Selman’mki gibi tamamen maddî, bazen de
Temim kabilesinden Hanzala’nınki gibi ruhsal oluyordu. Hanzala ilk Önce
durumunu Ebu Bekir’e açmış, fakat Ebu Bekir bu soruna daha yetkili birinin,
yani Peygamber (s.a,v.)’in çö­züm getirebileceğini hissetmişti. Adamın yüzü.
acıyla do­luydu. Peygamber Cs.a.v.) sorunun ne olduğunu sorduğun­da : «Ey
Allah’ın Rasulü, Hanzala iki yüzlü bir adam» de­di. Peygamber Cs.a.v.), bununla
neyi kasdettiğini sorduğun­da şöyle dedi: «Ey Allah’ın Rasulü, biz senin
yanında iken sen bize cennet ve cehennemi anlatıyorsun. Biz de onları görür
gibi oluyoruz. Fakat senden ayrıldığımız zaman ha­nımlarımız, çocuklarımız ve
mallarımız bizi kendilerine çekiyor ve biz senin söylediklerini unutuyoruz».
Peygamber (s.a.v.)’in cevabı, bu ideallere ulaşmak için gösterilen ça­banın,
günlük hayatın normal akışını durdurmaksızm sür­mesi gerektiğini vurguluyordu:
«Nefsimi kudret elinde tu­tana andolsun ki,» dedi, «eğer siz sürekli benim
yanımda iken veya Allah’ı hatırladığınız zaman içinde bulunduğu­nuz hal üzere
olsaydınız, şüphesiz melekler sizinle musa-hafa ederler ve sizi evlerinizde
ziyaret ederlerdi.»[9].

Peygamber Cs.a.v.)’e
yüklenen bu tür sorunlar kaçı­nılmazdı. Fakat onun başka yönlerden korunması
gereki­yordu, îşte bu koruma, onun ayrıcalıklı konumunu vur­gulayan beklenmedik
bir olayla ilgili olarak ortaya çıktı. Peygamber (s.a.v.), birgün Zeyd (r.)’e
bir şey sormak için evine gitmişti. Kapıyı Zeyneb (r.) açtı ve kapının önünde
durarak Zeyd’in evde olmadığını söyledi, fakat yine de içe­ri girmesi için onu
davet etti. Bir anlık bakışma, iki kuzen arasında sürekli varolan sevginin
ikisi tarafından da far-kına varılmasına yol açtı. Peygamber (s.a.v.) Zeyneb
Cr.)*in kendisini sevdiğini, kendisinin de Zeyneb (r.)’i sevdiğini ve bunu
Zeyneb’in de bildiğini biliyordu. Fakat bunun ne anlamı olabilirdi? Duygularının
şiddetine şaşjrarak Pey­gamber (s.a.v.), onun teklifini reddetti. Zeyneb onun
uzak­laşırken şöyle dua ettiğini duydu: «Hamd Allah Teala’-yadır! Hamd
insanların kalbini düzenleyen ve idare eden Allah’adır!» Zeyd (r.) eve
döndüğünde Zeyneb ona Pey. gamber 
(s.a.v.)’İn ziyaretini ve giderken  
okuduğu duayı anlattı. Zeyd, hemen Peygamber (s.a.v.)’e gitti ve şöyle
de­di : «Evime geldiğini duydum. Bana annemden ve babam­dan daha yakın olduğun
halde neden içeri girmedin? Yok­sa Zeyneb mi hoşuna gitti? Eğer öyle ise onu
boşayayım.» Peygamber (s.a.v.) ısrar ederek: «Karını tut ve Allah’tan kork.»
dedi. O bir keresinde: «Mubah olan şeyler içinde Allah’ın en sevmediği şey
boşanmadır»[10] demişti. Zeyd, er­tesi
gün tekrar aynı teklifle geldiğinde Peygamber (s.a.v.) ona yine aynı şeyi
söylemişti. Fakat Zeyd’le Zeyneb’in ev­liliği mutlu bir evlilik değildi ve Zeyd
artık buna dayana­mıyordu. Bu nedenle karısı ile anlaştı ve Zeyneb (r.)’i boşa­dı.
Yine de bu boşanma Zeyneb’i Peygamber (s.a.v.) için uygun bir eş kılmıyordu.
Çünkü Kur’an «kendi sulblerin-den çıkan» oğullarının hanımlarıyla evlenmeyi
yasaklıyor­du. Ve biyolojik olarak kendinin olan bir çocukla, evlât edinilen
bir çocuğu ayrı tutmama uzun zamandan beri de­vam eden bir gelenekti. Peygamber
fs.a.v.} ‘in durumu da evlenmeye müsait değildi. Çünkü İslam’ın müsaade ettiği
sayıda -en fazla dört- eşi vardı.

Bu olaydan sonra bir
kaç ay geçti. Peygamber (s.a.v.) hanımlarından biri ile konuşurken vahy geldi.
Peygamber (s,a.v.) kendisine geldiğinde ilk sözü şunlar oldu: «Kim gidip
Zeyneb’e müjde verecek ve Allah’ın onu gökte be­nimle evlendirdiğini haber
verecek?» Uzun sûreden beri kendisini aileden sayan Safiye’nin hizmetçisi Selma
ora­daydı. Bu sözleri duyunca hemen Zeyneb’in evine gitti. Zeyneb bu sevinçli
haberi duyunca Allah’a hamd etti ve hemen Ka’be’ye doğru secdeye kapandı. Daha
sonra bi­lekliklerini, bileziklerini ve gümüş kolyelerini toplayıp Sel-ma’ya
verdi. Zeyneb (r.), artık genç değildi, hemen hemen kırk ya­şına gelmişti.
Fakat yine de dikkat çekici güzelliğini ko­ruyordu. Bunun yanısıra O zahid bir
kadındı. Uzun gece namazları kılar, nafile oruç tutar ve cömertçe fakirlere
dağıtırdı. Dericilikten anladığı için ayakkabı ve çeşitli eşyalar yapar ve
bunlardan kazandığa parayı sadaka olarak harcardı. Bu kez onun için bir düğün
merasimine gerek yoktu. Çünkü inen vahiy nikâhın akdedildiğini belirtiyor­du;
«Biz onu seninle evlendirmiş olduk.» (Azhab: 37). Ya­pılması gereken şey,
sadece gelini damadın evine götür­mekti ve bu da geciktirilmeden yapıldı.

Âyetler, gelecekte
artık evlâd edinilenlerin, kendi ba­balarının adıyla anılmaları gerektiğini de
vurguluyordu. O günden itibaren, otuzbeş yıldan beri Zeyd İbn Muhammed diye
anılan Zeyd, Zeyd îbn Harise diye anılmaya baş­landı. Fakat bu onun evlâd
edinilmesi olayını yürürlük­ten kaldırmıyordu. Biri elli, diğeri altmışına
yaklaşmış olan evlât edinen ve edinilen arasındaki samimiyet ve sevgi de bundan
bir zarar görmüyordu. Bu sadece, aralarında kan bağı olmadığını hatırlatmadan
ibaretti. Bu anlamda âyet­ler şöyle devam ediyordu:

«Muhammed sizin
erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir, ancak O, Allah’ın Rasulü ve
peygamberlerin sonuncusudur.» (Ah-zab: 40).

Diğer âyetler de,
Peygamber (s.a.v.) ve onu Lakıp eden­ler arasındaki büyük ayırımı vurguluyordu.
Onlar, Pey­gamber (s.a.v.) ‘e birbirlerine hitap ettikleri gibi hitap ede­mezlerdi.
Allah’ın ona dörtten fazla hanımla evlenme izni vermesi sadece ona mahsustu,
toplumun geri kalanı bu izne dahil değildi. Bunun yamsıra onun eşlerine
«mü’minlerin anneleri» adı verilmiş ve onlara öyle yüksek bir statü ve­rilmişti
ki. Peygamber (s.a.v.)’den sonra onların başkala­rıyla evlenmesi yasaklanmıştı.
Mü’minlerden biri onlara birşey sormak istediği zaman; bir perde arkasından sor­malıydı.
Ayette şu da belirtiliyordu:

«Ey İman edenler,
peygamberin evlerine yemek için izin ve­rilmeden ve vaktine de bakmakstztn
girmeyin; ancak çağmltrsantz artık girin; yemeği yediğinizde de dağıhverin. Söz
ve sohbet için de (evlerine) girmeyin. Gerçekte bu, Peygamber’e eziyet vermekte
ve o da sizden   utanmaktadır;   oysa Allah, hak(kt açtklamakjtan utanmaz»
(Ahzab: 53).

Ashab, Peygamber
(s.a.v.)’i çok sevdiği ve mümkün ol­duğu kadar uzun süre onun yanında kalmak
istediği için, onlara bu tür engeller konulması gerekliydi. Onunla bir­likte
olanlar, ondan ayrılmak istemezlerdi. Onlar kaldık­larında -ise kimse onları
suçlamazdı. Çünkü Peygamber Cs.a.v.) biriyle konuştuğu zaman ona öyle dikkat
eder ve ilgisini onda öyle yoğunlastırır ki, karşısındaki, diğerlerine
verilmeyen bazı ayrıcalıklarının kendisine verildiğini zan­nedebilirdi. O,
birinin elini tutsa, hiçbir zaman ilk bırakan o oimazdı. Fakat Peygamber
fs.a.v.)’i korumakla birlikte vahiy, literatüre yeni bir unsur ilâve ediyordu.
Bu şekilde arkadaşları ona besledikleri sevgiyi, onun yanında olma­dıkları
zamanlarda da ifade edebileceklerdi.

«Hiç şüphesiz, Allah
ve melekleri Peygambere salat etmek­tedirler. Ey iman edenler, siz de ona salat
edin ve tam bir tes­limiyette ona selâm verin.» (Ahzab: 56).

Bundan kısa bir süre
sonra Peygamber şunu da haber verdi: *Bana bir melek geldi ve şöyle dedi: «Sana
bir ke­re salat eden kimse yoktur ki Allah ona on kez salat et­mesin»[11].

 

 

 

 



[1] IS V III, G6.

 

[2] W.M   XLIX. 4

 

[3] I.  I.  6644.

[4] I. I. 141-2.

 

[5] B.  XIX.

[6] I. S,  VIII. 26.

[7] BLXV. (Alraf Suresi)

[8] R I3CS?. (Saffat Suresi)

 

[9] M. XLIX, 2

[10] A, D. XIII, 3

 

[11] D. XX, 58.

 

İlgili Makaleler